Osmanlı asırlarında Ortadoğu diye bir kavram yoktu. Bu kavram 20. Yüzyılın başlarında kullanılmaya ve II. Dünya savaşından sonra yaygınlaşmaya başladı. Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin 1516’dan itibaren egemen olduğu ve -aşamalı olarak bazı bölümleri elinden çıksa da- 1923’e kadar hukuken sahip olduğu Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’yı içine alan coğrafyadır. Başka bir ifade ile Osmanlı Devletinin parçalanması ve taksimi Ortadoğu’yu doğurmuştur. Bu bağlamda Anadolu topraklarında vücut bulmuş olan Türkiye, Ortadoğu’nun tarihi ortağı olduğu gibi, söz konusu coğrafya da Türkiye’nin tarihi ortağıdır. Bu siyaseten böyle olduğu kadar, kültürel ve dini olarak da böyledir. Unutmamak gerekir ki, Türkler Anadolu’ya gelmeden önce asırlarca Kuzey Afrika, Irak ve Suriye’de yaşamışlar ve oradan Anadolu’ya geçmişlerdir.

Bu durumda Osmanlı Devleti gerek Türkiye’nin ve gerekse Ortadoğu halklarının hem hegemonik gücü ve hem de sığınma adası idi. Ortadoğu Türkiye’nin eski tabirle “cüz’un lâ yetecezzasıdır”. Osmanlı ise Türkiye ve Ortadoğu’nun şemsiyesidir.

Osmanlı Devleti Ortadoğu coğrafyası ve Kuzey Afrika’yı kendi topraklarına kattığı veya idaresine aldığı asırlarda bu coğrafyada bugüne benzeyen siyasi bir dağınıklık, istikrarsızlık ve hatta büyük iç çekişmeler yaşanmaktaydı. Üstüne üstlük dönemin deniz aşırı güç kullanabilen devletleri Portekiz ve İspanya da bu coğrafyanın bir bölümünü işgal etmiş, bir bölümünde de tehdit oluşturmuştu. Osmanlı Devleti bu anlamda hem içerdeki dağınıklığı toparlayarak uzun yıllar devam edecek olan Pax-Ottomana’yı sağlamış hem de bölgeyi dış tehditlerden korumuştur. Bu genel değerlendirmenin yanında şu hakikati de hatırlatmak gerekmektedir: İstanbul gibi bir başkenti ele geçirmesine ve Bizans’a son vermesine rağmen Osmanlı Devleti de büyük bir dünya gücü haline gelebilmek için bu bölgelere ihtiyaç duymuştur. Sözgelimi Mısır, Osmanlı Devleti’nin bir parçası olmadan büyük bir imparatorluktan söz edilemezdi. Bu açıdan yukarıdaki sorunuza bağlı olarak bir hususu daha tespit etmekte yarar vardır. Türkiye ne kadar güçlü olursa olsun, Avrupa’da ne kadar kabul görürse görsün; bölgesel bir güç, büyük bir devlet ve hatta dünya için vazgeçilmez bir ortak olabilmesi bu bölgedeki etkili varlığına ve geliştireceği işbirliğine bağlıdır. Türkiye’nin dünyadaki itibarı buradaki itibarına bağlıdır. Bu yüzden son yıllarda bu bölgelerde Türkiye’nin itibarına doğrudan yöneltilmiş faaliyetler arttırılarak, dünyadaki konumunun önemsizleştiği algısı yaratılmaktadır.

Bilinenin aksine Osmanlı topraklarının güneyden paylaşılma planı III. Selim zamanında Fransızların Mısır’ı işgal etmesi ile başladı. Bundan sonra yaşanan gelişmeler ve Osmanlı Devleti’nin zayıf devletlerin uyguladığı denge politikalarını takip etmek mecburiyetinde kalması hem toprak kayıplarına ve hem de içeride Cebel-i Lübnan, Girit vs. örneklerinde olduğu gibi özerklik taleplerinin çoğalmasına neden olmuştur.

Osmanlı 19. yüzyılda en büyük darbeyi sözde barışı yeniden tesis etme amacını güden 1878 Berlin Anlaşması ile almıştır ki bu da II. Abdülhamid’in ilk saltanat yıllarına rastlar. Yetersiz ve kendini siyasi ve askeri açıdan güçsüz hisseden II. Abdülhamid, savaş yerine diplomasiyi, uluslararası kutuplaşmalarda taraf olmak yerine, bu rekabetten istifade etmeyi ve Müslüman kamuoyu üzerinde mutlak otoriteyi sağlayacak kamu diplomasisi ile muhtelif unsurları siyasi birlik içinde tutacak uygulamaları başarılı bir şekilde hayata geçirmiştir. Aslında bütün bunlar başlayan sonu durduramamıştır. Fakat en azından taksim planını hayata geçirmek isteyen hasım devletler ve yine menfaatleri gereği dost görünüp mirastan pay almayı hesap eden müttefik devletlere karşı, durmaları gereken kırmızı çizgiler net bir şekilde gösterilmiştir. Burada kastedilen kırmızı çizgiler esasında son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda karar altına alınan Misak-i Milli’de bir kere daha kendini göstermiştir. Bu açıdan II. Abdülhamid “olması gereken ile olması mümkün olan” arasında denge sağlayan en önemli Osmanlı sultanlarından biri olarak tarihe geçmiştir.

Osmanlı çağlarına bakarak, o devirde yaşananları tetkik ederek ve esasında muhatap devletlerin de pek değişmediğini dikkate alarak bu dış politika mirasımızdan yararlanılması gerektiğini düşünenlerdenim. Ancak, Türkiye bir Osmanlı Devleti değildir. Bu yüzden geçmişin ihyasından ziyade yeni bir siyasetin inşasına dayalı politikaların öne çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu zor ve ağır sorumluluk isteyen bir süreçtir. Bunun için istikrarlı bir iç politika, kamuoyu desteği, sürekli gelişen dengelere adapte olacak ve dış politikayı destekleyecek bilgi üretim merkezleri gerekmektedir. Modern dünyada esnek ama tutarlı ve sonuca odaklı bir dış politikanın etkin olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin de –kırmızı çizgilerini mahfuz tutarak- aynı yönde hareket etmesi bir zorunluluktur.

Dış politikada tereddüt ve kararsızlık zaaf olarak nitelendirilir. Türkiye’nin değişik dönemlerde dış politika iradesini NATO gibi uluslararası kuruluşlara terk etmiş olması bir devlet ve dış politika hafızasının oluşmasını engellemiştir. Pro-aktif politika uygulama arzusunun oluştuğu sürece geçildiğinde ise eski alışkanlıklar ile hareket eden mekanizma ile yüzleşmek zorunda kalınmıştır. Ancak bu anlamda sorunun hâlâ devam ettiğini ve aşılamadığını düşünüyorum. Mevcut dirençten dolayı bunun alternatifi hayata geçirilememiştir. Bu yüzden gerçekçiliğe dayanan “sabit zorunluluklar” ile değerlere dayanan “değişkenler” arasında denge sağlanamamıştır.

Kaldı ki Türkiye’de dış politika kuşkusuz pek çok diğer dünya ülkelerinden farklıdır. İmparatorluk mirası, jeopolitik gerçeklik, uluslararası sistemin biçmeye çalıştığı roller ve içeride tatmin olamamış gurup ve anlayışlar ile Türkiye’yi kuşatan tehditleri bir arada düşünmeden yeterli ve sağlıklı politika üretmek mümkün değildir. Bu yüzden dış politika mekanizmasının sadece hükümet ve özellikle Dışişleri bakanlığı üzerinden yürütülmesi mevcut sorunlar ve gerçekler ile bağdaşmamaktadır.

1990lardan sonra dünyada yaşanan gelişmeler, önce Balkanlar’da sonra Orta Asya’da ve özellikle Sovyetler Birliği’nde dönüşümleri sağlamıştı. 2000li yıllardan sonra Soğuk Savaş’ın sona erdiğini ve artık adeta bir Amerikan İmparatorluğu’nun kurulduğunu düşünenler vardı. I ve II. Dünya Savaşları’nın düzenlediği, Soğuk Savaş’ın nüfuz alanlarını yeniden belirlediği Ortadoğu’da hiç bir dönüşüm olmamıştı. Belki ABD’nin gücünü gösterme adına haksız bir şekilde Irak’ı işgal etmesi ile bu coğrafyada Soğuk Savaş’ın sonlandırılması arayışı bakımından bir başlangıç olmuştur. Fakat ABD bunda başarılı olamadığı gibi Soğuk Savaş’ın diğer tarafına da zaman ve güç kazandırmıştır. Bu anlamda esasında Soğu Savaş bitmemiş alevlendirilmiştir. Bunun belki de sembolü Suriye’dir.

Soğuk Savaş esasında eski Sovyetler’in şimdiki Rusya’nın güneydeki tarihi emellerini dengeleme uğruna başlamıştı. Bunun bitmesi için de tarafların ya yeniden sıcak bir çatışma ile güçlerini ispat etmesi veya iki tarafı da memnun eden bir paylaşımın olması ve sonuçta dünya için yeni bir düzenlemenin yapılması gerekiyordu. Bunlar olmadan Soğuk Savaş’ın bitmesi mümkün değildi ve bizim beyanımız buna dayalı idi. Ancak bu bahsettiklerimiz de parçalı olarak hayata geçirilmiştir ki, esasında Soğuk Savaş’ın devamı yanında büyük taraflar adına III. Dünya Savaşı’nı sürdüren sıcak çatışmalar da iç içe geçmiştir. Sadece Ortadoğu’ya değil dünyanın geri kalanına bakıldığında genel olarak bir barış ortamının olmadığı görülür. Yani III. Dünya Savaşı isimlendirmesi için ilk iki dünya savaşının şartlarını görmek mecburiyeti yoktur. Ekonomik savaşlar, bilgi ve teknoloji rekabeti, siber savaşlar ve vekalet (proxy) savaşları dünyanın hemen her tarafına egemen olmuştur.

Son çeyrek asır içinde dünyada barışın yokluğundan etkilenen ülke ve devletleri daha doğrusu insanları ele aldığımızda bunların I ve II. Dünya Savaşlarından etkilenenlerden daha fazla olduğu görülür. Şu anda dünyada 50 milyondan fazla mültecinin var olması bile aslında bir savaşın sürdüğünün en açık göstergesidir. Yani Soğuk Savaş ve III. Dünya Savaşı’nın iç içe sürdüğünü ileri sürmek abartı olmayacaktır.

Eskilerin deyimi ile “devekuşu misali” kafanızı kuma gömerek bu coğrafyadan kurtulamaz, gözünüzü de kapatarak günü karanlık yapamazsınız. Bu tartışmalar içinde bazı gerçekleri saklamakla birlikte, sorumluluktan kaçmak, içinde bulunduğu durumu kavramamak ve gelecek için gerçekte bir tasavvuru olmamak ile izah edilebilir. Türkiye -biz  benimsemesek bile- dünyanın nazarında bir Ortadoğu ülkesidir. Buradaki siyaseti ve yaklaşımları, ortak aklın oluşumunu tartışmak başka bir şey; bu hakikati yok saymak başka bir şeydir. Türkiye kendini inkar ederek, bu coğrafyaya ait olmadığını iddia ederek vehmedilen “bataklıktan” kurtulamaz. Onlarca yıl birileri adına Ortadoğu jandarmalığını hazmeden bir anlayışın bugün birden Ortadoğulu kimliğinden sıyrılmaya çalışması bir hezeyanın, bir nakıs idrakin ve en hafifi ile sorumluluktan kaçmanın bir göstergesidir.