İki Yüzlü Siyaseti Besleyen Demografik Yapı

Tarih boyunca Irak farklı dini ve etnik grupları bünyesinde barındırmış heterojen yapıda bir ülke olmuştur. Diğer Ortadoğu ülkelerinin etnik ve dini bakımdan gösterdiği bütün özellikleri sergiler.  Arap, Kürt ve Türk etnik unsurunun dışında daha ziyade dini farklılıkları ifade eden Keldani, Süryani, Ermeni, Musevi, Sabii (Mandei) ve Yezidi gibi gruplar da değişik oranlarda   olmak üzere Irak’ta yaşamaktadırlar. Bu grupların etnik kimlikleri ağırlıklı olarak Araplar ve Kürtler ile geçmişte bu bölgeye göç etmiş Farslardır. Müslüman gruplar Şii ve Sünni olarak ikiye bölünmüşlerdir. Uzun yıllardan beri sağlıklı nüfus sayımları olmamakla birlikte Şii nüfusun Sünni nüfustan fazla olduğu ileri sürülmektedir. Özellikle 2003’ten sonra gelişen olaylar akabinde Sünni Kürtler genel taksimde dikkate alınmadığından Sünni Arapların Şiiilerden çok daha az olduğu savı geliştirilmiştir. Ancak bu husus tetkike muhtaçtır. Irak’ta nüfus dağılımının tahmini rakamları şöyledir: Genel olarak nüfusun %75’ini Araplar, %18’ini Kürtler ve geri kalan %7’sini de Türkmenler, Asurîler, Ermeniler ve diğer gruplar oluşturmaktadırlar. Ancak bu rakamlar da tartışmalıdır, özellikle küçük gruplar kendilerini daha fazla gösterme eğilimindedirler. Mesela Türkmenlerin % 10 olduklarına dair iddialar vardır.

Özellikle Modern Irak Devleti ortaya çıkınca Sünni Araplar devlet ile bütünleşmişler hatta dini vakıflarının devletleştirilmesine izin vermişlerdir. Ancak Şiiler daha kapalı bir toplum olmayı yeğlemişlerdir. Necef kentindeki Hz. Ali’nin türbesi ile Kerbela’daki Hz. Hüseyin ve Hz. Abbas’ın türbeleri Şiîlerin mukaddes yerleridir ve aynı zamanda Şiî teolojisinin öğretildiği bölge olma özelliklerini de muhafaza ettikleri gibi din adamlarının (merce ve müçtehitlerin) her yıl topladıkları humuslar (yıllık kazancın beşte biri) ile adeta özerkliklerini muhafaza etmeyi başarmışlardır. Bu maddi kaynaklar ile yeni din adamları yetiştirebilmişler ayrıca adeta özerk bir yapı kurarak mezhepsel dayanışmalarını sürdürmüşlerdir. Oysa Sünniler daha çok devlete dayanmışlardı. 2003 yılında devletleri çökünce de bugünkü dağınık ve güçsüz görüntüleri ortaya çıkmıştır. Mezkur tarihten sonra kendilerini yeni duruma adapte edememeleri yüzünden de siyasi ve etkin bir grup olamamışlardır. Bu da aralarında bölünmeyi getirirken kendilerini savunma saikı ile zaten geleneklerinde mevcut olan aşiret dayanışmalarını canlı tutmaya çalışmışlardır. Bazıları ise ABD işgali ile birlikte başlayan direniş hareketlerinin hatta el Kaide gibi radikal örgütlerin parçası ya da destekçisi olmuştur.

Büyük kısmı Sünnî olan Kürtler ise ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda yaşamaktadırlar. 20. yüzyıl başlarında bile genelde yarı göçebe iken zaman içinde sınır geçişlerine konan engeller ve diğer ekonomik faktörler sebebiyle yerleşik hayata geçmişlerdir. 2003 yılından itibaren Irak’ta federal yapı sadece Kürt bölgelerine uygulanabildiği için diğer bölgelere göre daha fazla gelişme gösterdikleri gibi Irak’ın geneli üzerindeki talepleri de artmıştır. Sünnî Araplar bir taraftan Kürtlerin konumuna karşı tepki geliştirirken diğer taraftan da onları Şiilere karşı müttefikleri olarak görmektedirler. Bu çelişki Irak’ta yaşanan siyasal yapıya istikrarsızlık olarak yansımaktadır.

Türkmenler ise Irak’ın orta, kuzey ve kuzeybatı bölgelerinde yaşamaktadırlar. Irak’taki son gelişmeler akabinde Kürtler kadar kazanımlar elde edemedikleri gibi kimi kazanımlarını da kaybettiler. Türkmenlerin Irak siyasetinde ağırlık kurabilecek sayıları olmadığı gibi gerek baskı ve sindirmelerin etkisi ve gerekse mezhepsel saikler ile Şii ve kısmen Sünni bloklar ile işbirliği yapma zorunlulukları Türkmenleri etkisiz kılmıştır. Aslında yeni Irak anayasasında kurucu gruplar arasında zikredilmelerine rağmen ilgili maddede bile eşitler arasında alt sırada oldukları ima edilmektedir.

Hıristiyan gruplar Keldaniler, Asurîler, Süryani Ortodokslar, Süryani Katolikler, Ermeni Ortodokslar, Ermeni Katoliklerle birlikte az sayıda Protestanlardan oluşmaktadır ve Irak’ın değişik yerlerinde dağınık halde yaşamaktadırlar. Başkent Bağdat Hıristiyanların yoğun oldukları başlıca merkezdir. Hıristiyanların yoğun olduğu diğer bir yer de Musul ve çevresidir. Aynı şekilde Erbil’de, Kerkük’te, Duhok ve Basra’da da Hıristiyan nüfus vardır. Gayr-i Müslim azınlıklar dış ilişkilerinin varlığı sayesinde Irak hükümetlerinin himayesinden ziyade dış ülkelerin himayesini her zaman hissederek bazı Müslüman gruplardan daha fazla imtiyaz elde edebilmişlerdir. Ancak bu durum onların haklarının zaman zaman gasp edilmesine de engel olmamıştır. 2003 ABD askeri işgali öncesinde Saddam’a karşı muhalefet içinde aktif bir şekilde yer alarak daha sonraki dönemde bazı haklarını garanti altına almış olmakla birlikte; şu anda onlar da demokratik taleplerinin yerine getirilmediğinden şikayet etmektedirler.

Irak’ta yaşayan başka bir azınlık grup da Yahudilerdir. Irak’taki Yahudiler genelde Bağdat, Basra ve Musul civarlarına yaşıyorlardı. Irak’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi (1914-1922) ve sonrasında kurulan manda yönetimi (1922-1932) zamanında ise Irak devlet yönetiminde de yüksek görevler edindiler. Örneğin Sason Heskel Maliye Bakanlığı’na, David Sarma ise Adalet Bakanlığı’na getirilmişti. Irak’ın bağımsızlığını kazanması sonrasında Yahudiler eşzamanlı olarak Nazi propagandası, Arap milliyetçiliği ve Filistin sorunu ile karşı karşıya geldiler. Yahudiler üzerindeki baskılar artmaya başladı. İsrail Devleti’nin kurulmasının ardından buradaki Yahudiler İsrail’e göç etmeye başlamışlardır. Buradan göç eden Yahudilerin bugün İsrail’deki nüfusu iki yüz bin olarak tahmin edilmektedir. Ancak halen Irak’ta az da olsa Yahudi bulunmaktadır. Hatta İsrail’e göç eden bir kısım Yahudilerin 2003’ten sonra tekrar Irak’a geri dönerek toprak edindikleri bilinmektedir. Irak-İsrail gerginliğinin arkasında bu göçmen grupların da etkisinin olduğu hatırda bulundurulmalıdır. Irak’ta yaşayan ve etnik kimlikleri tartışmalı bir topluluk olan Yezidi, Sabii ve Şebekler gibi değişik isimler altında etno-dini başka gruplar da bulunmaktadır.

Burada özetle sunulan demografik yapı geleneksel üretim tarzı içinde esasında tarih boyunca birbirinden bağımsız yaşamaya alışmış topluluklardır. Çoğu kere sınırlı paylaşım kavgaları ile birbirlerine karşı gelirken bugün durum değişmiştir. Müşterek vatan ve devlet oluşturma konusunda ilkesel birliktelik sağlayamadıkları gibi hemen her biri ülkenin kaynaklarını paylaşımı konusunda kendi hakkından fazlasına taliptirler. Bu da demokratik sistemin kurulmasına engel olduğu gibi idareyi ele geçirenlere de diktatörlük yapabilme imkanı hatta onlara göre hakkını vermektedir.

ABD’nin Cehennemi

1984 yılına kadar Irak, Amerika tarafından dolaylı bir şekilde desteklenir­ken, İran destekli Hizbullah’ın Beyrut bombardımanı ve pek çok Amerikalı de­nizcinin ölümünün ardından bu destek aleni bir hal aldı. İran’a karşı bir denge kurma amacını güden bu destek diğer batılı devletlerce de açıktan sürdürüldü. Üstelik Irak’a silah programlarını geliştirmesi için malzeme ve teknoloji desteği sağlandı. ABD 1979 yılından sonra İran karşısında kaybettiği karizmayı bölgede uygulamaya koyduğu yeni politikaları ile toplamayı amaçlıyordu. Bu maksatla Saddam onlar için biçilmez bir kaftandı. İhtiraslı, dengesiz ve müstebit kişiliğini hep beslediler. Kendi halkına baskı kurmasına hatta etrafa yayılmasına göz yumarak, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgale gi­rişmesini sağladılar. Nitekim dört gözle beklenen bu hata körfez krizini yarattı ve ABD’nin yeni bölge politikaları devreye sokuldu. Daha önce Saddam Hüseyin İran’a karşı sinir gazı kullandığında batı sessiz kalmıştı. Ancak bu olaydan hemen iki gün sonra Amerika, Irak’a silah satışını yasakladı. Fakat ilginç bir şekilde, Irak’ın Ku­veyt’ten çıkarılması için altı ay beklendiği gibi düzenlenen askeri harekât da yarım bırakıldı. Aslında hala karanlıkta kalan bu siyasetin, Kuveyt açısından doğurduğu ve halen geçerli olan sonuçlarının ayrı bir tartışmaya ihtiyacı vardır. Bu harekâtın en belirgin sonuçlarından biri de şüphesiz kuzeyde uçuşa yasak bir bölgenin oluşturulup, Kürtlere özel bir statünün kazandırılmış olmasıydı.

ABD’nin önderliğinde gerçekleştirilen askeri harekatla Ku­veyt’in Irak işgalinden kurtarılmasından sonra, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de toplanarak, Irak’ın benzeri bir davranışı ser­gilememesi için çareler tartışmaya başladı. Ayrıca bu günlerde Suriye’de sahnede olan oyun gibi, Irak’ın nük­leer ve kimyasal silah programlarının denetlenmesi ve kitle imha silahlarından arındırılması için bir teftiş heyeti oluşturuldu. 1991-97 yılları arasında süren denetimler ve çekişmeler ABD’yi bölgeye biraz daha yakınlaştırdı. Irak, artık Amerika’nın boy hedefi haline gelmişti. 1997 ve 1998 yılı içinde bir kaç kere Amerika tarafından bombalanan Irak’a, 16 Ekim 1998’de Amerikan ve İngiliz savaş uçakları dört gün süre­cek bir dizi saldırı daha yaptı. Amerikan ve İngiliz uçaklarının 650 sorti yaptığı harekatta, 100 kadar as­keri ve endüstri bölgesi vuruldu. Amerika ve İngiltere’nin insan kaybı olmamasına karşın Irak’ta binlerce kişinin öldüğü ileri sürül­dü. ABD başkanı Clinton, askeri harekatın ardından kararlılığını bir kere daha ilan ederek, Irak’ın kitle imha silahları imal etmeye devam ettiği sürece kendilerinin de askeri harekat ya­pacaklarını söyledi. Ancak en önemlisi ilk defa Saddam Hüse­yin’in devlet başkanlığından düşürülmesinden söz ederek, Birleşmiş Milletler’in arkalarında durmalarını istedi. Buna rağmen Clinton yönetimi işi zamana yaydı. 1999 yılı boyunca sürdürülen girişimler ve Irak’ın UNSCOM ile silah denetimini götüremeyeceğinin anlaşılması ile ABD ve İn­giltere, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni yeniden harekete geçirdi. Nitekim 1999-2003 yılları arası bölge tarihinde hipokrasinin egemen olduğu bir dünya siyasetine sahne oldu. Irak’ın veya daha doğrusu Saddam’ın her türlü talebe ve kimyasal silah denetimine karşı uyum göstermesine rağmen zaten savaş kararı vermiş olan Bush yönetimindeki ABD ve İngiltere Irak’a karşı savaşı öngören bir tasarıyı Ocak 2003’te BM’ye sundular.

Nite­kim 20 Mart 2003’te başlayan Amerikan-Irak Savaşı kafalarda bir çok soru bırakarak 9 Nisan’da sona erdi. Ancak ülkede olaylar dinmedi, iç karışıklıklar ortaya çıktı. Şii lider Abdülmecid el Huyi Necef’te öldürüldü. Sürgünde olan muhalifler ülkeye döndü. Bu arada Amerika Paul Bremer’i Irak’a sivil idareci olarak atadı. 2003’te başlayan Amerika’nın Irak’ı işgali milyonlarca insan kaybına neden oldu ve ancak bu işgal resmen 2012 yılında kaldırıldı. Zaten oldukça karmaşık bir yapısı olan Irak toplumu kristalize edildi. Saddam’dan kurtulmak için işbirliği yapan Iraklılar geleceklerini kurmak için aynı kararlılığı gösteremediler. Bu yüzden hâlâ Irak siyasetinde belirleyici rolü ABD ve İran oynamaktadır.

Yakın zamanlarda, bu yazının da yazılmasına sebep olan bir BM istatistiği yayımlandı. Buna göre, 2003-2013 yılları arasında Irak’ta 130 bin sivilin öldürüldüğü; 2008’den itibaren de en yüksek ölümlerin 2013 yılı içinde gerçekleştiği ilan edildi. Aslında bu belge bir utanç ve yüzkarası belgesi olarak tarihte yerini aldı. Sayılar çeşitli kriterler ile belirlendiğinden dolayı oldukça az gösterilmesine rağmen, BM onayı ile ABD ve İngiltere’nin başlattığı sözde “bölgeye demokrasi getirme” harekatı, bu istatistiğe göre her yıl on bin kişinin hayatına mal olmuştur. Meydana getirdiği çevre tahribatı ve uluslararası şirketlerin bölge kaynaklarını yağmalamaları da çabası. Peki 2003-2013 arasında ne oldu ve bugünlerde tekrar yükselen sesler ne anlama geliyor?

Demokrasi mi Bölge Kaynakları mı?

ABD işgali Saddam’ın idaresine son vermiştir ancak bu işgalin Irak’a güven, istikrar, refah ve hele demokrasi getirmediği apaçıktır. Her şeyden önce askeri harekatın hala tartışmalı olan hedefleri yüzünden ABD burada bulunduğu süre içinde pek çok hatalar yapmıştır. ABD Irak’a sadece kendi ya da uluslararası çıkarları tehdit eden bir yapı olarak bakıyordu. Bunu dönüştürebilmek için içerden bazı partnerlere ihtiyacı vardı. Kürtler de zulüm gören taraf olarak bu partnerliğe gönüllü idiler. Bu yüzden ABD önemli bir yekünü teşkil eden Kürtleri tanımak ve onlar ile işbirliği yapmakla Irak’ı anlayabileceğini sanıyordu. Oysa daha işgal günlerinin hemen başında aslında gerek Kürtler üzerinden okuduğu ve gerekse menfaatleri gereği sadece istedikleri kadar bilgi veren muhalif grupların verdikleri ile Irak’ı idare etmenin mümkün olmayacağını anladı. Demokrasi ihracı ya da Irak’ın demokratikleştirilmesi fikri bir fanteziden öteye geçmedi. Bölgede görevlendirdiği siyasi ve askeri temsilciler de sömürge valileri gibi davranarak görev sürelerini güvenlik içinde geçirmek için Irak’ın kristalize edilmesine göz yumdular. Hatta desteklediler. İnsanların zihinlerindeki setleri fiili olarak Bağdat ve etrafındaki Sünni-Şii mahalleleri arasına koyarak somutlaştırdılar. Irak sokak ve caddelerine yerleştirilen tonlarca ağırlığındaki beton bloklar aslında yaptırılan anayasada da kendini gösterdi. Sadece Kürt bölgelerinin istifade edebildiği anayasa aslında kimseyi tatmin etmedi. Amerikalıları bile…

ABD’li danışmanları Kürtleri yönlendirip, şekillendirirken Şiiler de dini mercelerinin etrafında nispeten bütünleşmişlerdi. Oysa daha önce devlet ile bütünleşmiş Sünniler devletlerini kaybetmenin şaşkınlığı içindeydiler. Bu durum en azından onlardan bir bölümünün Batı, Orta ve Kuzey’de marjinalleşmesine imkan verecektir. Nitekim ABD güdümünde yapılan anayasa ve düzenlemeleri boykot ettiler. Seçimlere katılmadılar. Bu da Irak tarihinde ilk defa Şii bir hükümetin kurulmasına neden oldu. Bunun bir hata olduğunu fark eden Sünniler 2005 tarihinde yapılan ikinci seçimlere katılarak önemli oranda bir temsil hakkı elde ettiler. Seçim sırasında bölgede yaptığım gözlemlerde umutların yeşerdiğini bizzat görmüştüm. Ancak oluşan parlamento yapısı Nuri el Maliki’nin hükümet kurmasına imkan verdi. O da dengeleri hiç gözetmeden en önemli bakanlıkları Şiilere ve bazı Kürt politikacılara verince, Sünniler tekrar açıkta kaldı ve geçmişte başlayan marjinalleşme aynen devam etti. Aslında burada etkin olan husus Sünnilikten ziyade yavaş yavaş yerel imtiyazların merkezi hükümet eliyle Şii aşiretlerin ve menfaat guruplarının lehinde gelişmesiydi. Şii din adamları aracı olup sistemi yumuşatmak yerine, İran’dan da aldıkları destek ile gelecek açısından hiç de umut vermeyen fetvalar yayımladılar. İlginçtir, o dönemde görüştüğüm Muhammed Said el Hakîm gibi bazı önemli müçtehitler (merce) bu durumdan rahatsızlıklarını dile getirmekle birlikte sahada faaliyet gösteren adamları tansiyonu yükseltiyorlardı. Bu süreçte, İran etkisindeki Şiiler ile arası açılan -ve kimilerine göre Arap Şiiliğini İran Şiiliğinin yerine koymayı amaçlayan- Mukteda el Sadr’ın milis kuvvetleri öne çıktı. Fakat Nuri el Maliki 2007 yılında ona karşı da tavır alarak tasfiye etme yolunu seçti. Aslında bir nevi parti içi hesaplaşma sayılabilecek bu gelişme yani Sadr ve grubunun etkisiz kılınması Sünnilerin Maliki’ye güven duymalarına sebep olacaktı. Ancak bu süreç İran’ın Irak’ta etkinliğini daha da arttıracaktı. ABD ise bu durum karşısında sessiz kalacaktı. Hatta “denize düşenin yılana sarılması” misali bu durumu, ülkeyi boşaltırken oluşacak otorite boşluğunu dolduracak olumlu bir gelişme olarak görmüştü. Zira işgalden beri kendisine karşı gelenlerin çoğu Sünni gruplar idi. Ayrıca çoğunluğu yabancılardan oluşan ve ABD’yi Irak’ta zor duruma sokan el Kaide’nin varlığını sürdürmesi de radikal Sünni grupların desteğiyle mümkündü. Bu durumu dengelemenin tek yolu ise hiçbir zaman bunlar ile yakınlık kurmayacak ve bu grupların düşmanı olan İran’ın desteğinden geçmekteydi.

Bu yakınlaşmanın belirginleşmesi 2010 seçimlerinde Sünnileri seküler (eski Baascı) kimliği ile tanınan eski başbakan Şii politikacı İyad Allavi (bugünlerde Maliki’ye şiddetle muhalefet eden politikacı) ile işbirliğine itmiştir. O’nun Irak Bloğu (blok, bir Şii kabile lideri olan Şalan, başbakan yardımcısı Rafii İssavi ve Tarık Haşimi’yi de içermekteydi) içinde yer aldılar. Aslında bu ittifak parlamentoda çoğunluğu sağlamaya yetti ise de hükümeti kurmaya yetmemiştir. Maliki tekrar Şii ve Kürt grupların desteği ve İran’ın etkisinde yeni hükümetini kurabilmiştir. Bu süreçte Sünniler de politikaya ısınmışlar ve daha güçlü pozisyonlar elde etmek için mücadele vermeye başlamışlardır. Doğal olarak marjinal gruplar da bunların arasında varlık sürmeye imkan bulmuştur. ABD ülkeyi boşaltma hazırlığında iken Maliki de kendi pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyordu. Her zaman geçerli olan ve daha çok İsrail ile birlikte ortaya çıkan güçlünün menfaatleri ile çatışan herkesin terör ile suçlanması burada da sahneye konuldu. Maliki Sünni grupların arkasında Cumhurbaşkanı yardımcısı sıfatı ile Tarık El Haşimi’nin olduğunu ve Onun terörü desteklediğini ileri sürerek, baskılar uygulamaya ve onu yargılamaya kalktı. Nitekim Haşimi de baskılara dayanamayarak 2011 sonunda ülkeyi terk etti. Bu durum Sünnileri gösteriler yapmaya itti. Özellikle Sünni gruplar ve aşiretler bu durumu kendilerinden intikam alınması olarak değerlendirdi. Meseleyi adeta bir kan davasına dönüştürerek Maliki’ye daha şiddetle muhalefet etmeye başladılar.

Sünni muhalif gruplar farklı yerlerde teşkilatlanmaya başladılar. Özellikle 2012 yılında Maliye bakanlığı görevini de yapan Rafii İssavi’nin (Ürdün’de kaçak yaşıyor) Tarık Haşimi gibi aynı gerekçeler ile suçlanarak tutuklanması Sünniler arasında öfkeyi arttırdı. Bağdat, Diyala, Salahaddin, Enbar, Musul ve Kerkük’de gösteriler başladı. Hükümet Bağdat’taki göstericiler ile uyumlu bir diyalog başlatmış iken Kerkük ve Havice gibi yerlerde ise aşırı güç kullanma yoluna gitti. Bu durum Musul’daki barışçı gösterileri sonlandırdı fakat 2013 yılının son altı ayında silahlı muhalefetin doğmasına engel olamadı. Bu bölgelerde son bir yıldır hemen her gün askeri harekatlar yaşanmakta, şehirlerin bazı bölümleri bazen günü birlik hükümet ve isyancı kuvvetler arasında el değiştirmektedir.

Diğer taraftan Sünni gurupların hareketlendiği Enbar, Ramadi, Salahaddin hatta Samerra bölgesindeki muhaliflere karşı uzun süre sabırlı davranıldı. Zira burası Musul ve Kerkük kadar medeni bir toplum değildir. Daha çok kabile geleneklerinin egemen olduğu yerlerdir. Bu noktalarda alınacak tedbirler ya da yaklaşımlar aşiretler arası kan davalarını başlatmaya meyillidir. Üstelik bu bölge aşiretleri ABD işgaline şiddetle karşı gelenlerin başında gelmekteydiler. Yani 2003’ten beri yaşanan gelişmelerden en çok etkilenen gruplardı. Bu yüzden Maliki yönetimi burada kurulan ve yaklaşık bir yıldır varlığını sürdüren karşı koyma kampını (Haymet el İ’tisam) müdahale etmeden uzaktan seyretmiştir. Ancak büyük menfaatler sağlayarak kimi aşiretler ya da aşiretin reisleri elde edilerek bu harekete son verilmek istenmiştir. Maliki bu konuda kısmen başarılı olsa da eski asker ve polislerin yönlendirdiği gençlerin isyanları devam etmiştir.

Bu süreç burada bir araya gelen aşiretlerin gençlerine yeni bir muhalefet geliştirme imkanı da verecektir. Bu grupların en azından bir bölümü eskiden ABD tarafından el Kaide’ye karşı organize edilmişlerdi ve şimdi kolayca teşkilatlanabiliyorlardı. Çoğu gençlerden oluşan bu gruplar şu anda siyaset yapan hiçbir Sünni grubu da desteklememektedirler. Ayrıca mevcut Sünni siyasetçilerin de aralarına sızmalarına izin vermemektedirler. İlan ettikleri temel husus, kendilerinin yeni bir Sünni hareket oldukları ve Şii yönetimine karşı olduklarıdır. Aslında Maliki’nin özellikle eğitim kurumlarında ve bürokraside çalışan eğitimci ve memurları emekliye ayırmaya çalışması veya işlerine son vermesi bu gençlere meşruiyet kazandırdı. Bu yüzden bunlar kolayca pek çok Sünni aşiretin desteğini kazandılar. Bu desteğin arkasında ise hareketlerinin dini olmaktan ziyade kabilevî özellikler göstermesinin önemli bir rolü vardır. Aslında onlar bir bakıma Irak anayasasının ön gördüğü federal yapının tatmin edemediği aşiretlerin sözcüsü oldular. Bir çok aşiret Federal taleplerden ziyade geçmişten beri varlıklarını borçlu oldukları daha küçük yerel imtiyazları muhafazayı hedeflemektedirler. Hatta Sünni çoğunluğun olduğu bölgelerde bile Sünni azınlık yaratarak eski yapılarını sürdürmeyi amaçlamaktadırlar. Geçen yıl Musul civarında faaliyet gösteren ve şimdilerde adı duyulmayan “Ceyşu Nakşi” böyle bir anlayışın ürünü idi. Aynı şekilde Enbar ve Musul’da kurulduğu ilan edilen “el izze ve’l kerame” ordusunu eski Irak ordusundan bir subay yönetmektedir. Söylemi “Sünni Aşiretlerin Devrimi” üzerine bina edilmiş olmakla birlikte, bilinen İslami grup veya cemaatler ile de ilgileri bulunmamaktadır. İslamcılar, ihvan veya selefilerden uzak durmaktadırlar.

El Kaide İşin Neresinde?

Aslında Suriye’deki gelişmeler ve Irak Sünni kesimi ile Şii kesimlerinin bu konuda farklı yaklaşımları Irak hükümetini zor durumda bıraktı. Zira el Kaide bölgede Irak İslam Devleti’ni ilan etmekle kalmamış bir süre sonra da Şam İslam Devleti ile birleşerek sözde Irak-Şam İslam Devleti’ni kurmuştu. Esasında bunlar terör örgütü el Kaide’nin sanal devletleridir. Bunların bir yerde devlet kurmaları veya bir mekanı uzun zaman elde tutmaları el Kaide’nin aleyhinedir. Bu yüzden medya/facebook/twitter üzerinden kurdukları sanal devletler ile korku salmaktadırlar. Nitekim zaman zaman Irak’tan silahlı gruplar Suriye taraflarına girip çıkmaktadırlar. El Kaide’nin iki uzantısı olan Irak ve Suriye’deki bu gruplar kendi aralarında çatışmalara girseler de garip bir şekilde Irak içinden destek bulmaktadırlar. Daha da ilginç olanı ise oldukça korunaklı Irak hapishanelerinde bulunan pek çok mahkûmun buralardan kaçırılarak Suriye’de savaştırılmasıdır. Bu paradoksal durumu Iraklı politikacılar birbirlerini suçlayarak geçiştirirken kimi yorumcular da bu durumu, ABD’nin Suriye’nin geleceğinde bu grupların rol alma ihtimali ile korkutularak, Esed’in alternatifsiz olduğuna ikna çabası olarak yorumlamaktadırlar. Her halükarda bu gelişmeler Esed’in uluslararası propagandasına yaradığı gibi; İran’ın da hem Suriye ve hem de Irak’ta aktif rol üstlenmesine meşruiyet kazandırmaktadır.

Diğer taraftan Nisan ayında seçimlere gitmeye hazırlanan Maliki ise terör ve el Kaide ile mücadele adına Irak’ta istediği gibi davranma özgürlüğüne kavuştu. Nitekim ABD son günlerde Irak’a silah ve malzeme desteğini sürdürebileceğini ilan ederken; İran da fiilen askeri destek verebileceğini beyan etti. Hatta bazı gözlemcilere göre de İran askerleri Irak’ın muhtelif yerlerinde faaliyet göstermektedirler. Bütün bu gelişmeler ABD ve İran’ı tekrar aynı çizgiye taşırken tabii olarak Suriye meselesini de daha sonraki bir bahara ertelemiş oldu.

Sonuç olarak dış dünyayı oldukça rahatsız eden bu görüntü çıkar çevreleri açısından normal görülmektedir. ABD’nin bölgedeki varlığının ana sebebi olan petrol akışı güvenli bir şekilde sağlanıyor, uluslararası silah tüccarları bölgedeki taraflara silah satabiliyor ve bu masum ticaret her halükarda yürüyor ise her şey normaldir. Irak’ta vatandaşlık temelinde temel hak ve özgürlüklerin olmaması, insan hakları ihlalleri, hatta günde ortalama 50-100 kişinin hayatını kaybetmesi, adil yargılanma hakkının olmaması gibi meseleler zaten şark toplumunun kaderi olarak kabul edildiğinde bu konulardaki talepler bölgedeki egemenler tarafından “anormal” gelişmeler olarak algılanmaktadır.